23 Şubat 2011 Çarşamba

Ama Ya Sandığın Gibi Değilse?

Ay ışığının göğsüme vuruşunu izliyorum. Ne kadar susmuşum? Ne kadar sabır tüketmişim hiçler uğruna? Yorgunluk var geçmişimden, çizgilerime uğrayan. Şizofren bir anatominin kimyasının içindeyim sanki. Duygular o kadar karışık ki! Başım dönüyor tanımları okurken. Tanımıyorum aslında, bir iki sohbetin ardından gerçeğe dökülüveriyor adımları/mız. Sessizlik var yahu! Ama boş sohbetler içinde ortak nokta seçmeye çalışıyoruz. Sonra yine susuyoruz. Görüşmemek üzere " görüşürüzler " Hayır ne gerek var? Ama şu da bir gerçek, öyle olması gerekiyordu ve öyleydi.Her oyun kendi kuralını getirir, tabuların yapısında öze bağlılık vardır. Kim yıkmış ki sen yıkacaksın şaşkın, pembe beyin... Gelişim kitapları oku. O bile daha anlamlıdır, anlam katmaya çalıştığın oyunlardan. Körebe sen ol mesela, görme hayatı bir kerede. Es geç, dur, durak ver kendine. Molalar mı? E çekinme kullan gitsin işte... Sigara doldur ciğerlerine! Hayatın zehrini, kanından beynine doğru akan asılsız cümlelerde bul. Sorgulama odaların olsun. Işığın altına gerçeğini oturttur. Biliyorum zor, çok zor hem de, ama nereye kadar kendini konuşmaktan kaçabilirsin ki? Düşüncelerinin üzerinde oynayamazsın. Orasını burasını çekiştirip, içindeki asıl sana kabul ettirmeye çalışmak idare eder anca. En doğru haliyle kırmızı ışıkta, sahte bir gülüşte ya da kararsız sevişmelerin birinden geçip gider. Fısıldadığı ifadeyle ruhuna meydan okuyarak, fırsatı bir kez daha ayaklarının dibine kadar bırakmıştır. Tercihini yap şimdi... İşe, hangi senle başlayacağına karar vererek başla. Yanıldığın noktalar illa olacaktır. Ama ya sandığın gibi değilse?

5 Ocak 2011 Çarşamba

Bağışla bizi ağustosböceği

"Ağustosböceği ile Karınca" öyküsünü bilmeyen yoktur herhalde. Tüm yaz boyunca çalışan didinen sevimli karıncayla ona inat, yan gelip yatan, saz çalıp şarkılar söyleyen, eğlence düşkünü ağustosböceğinin öyküsünü.
Yıllarca bu öyküyü anlattık bilmeyenlere ve çocuklara hep çalışkanlığı öğretmek için karıncayı örnek gösterdik.
Ağustosböceğine ise " Tembel" dedik, "Vurdumduymaz" dedik, "Çalışmazsanız onun gibi alay konusu olursunuz" dedik, öğüt verdiklerimize. Karıncayı yücelttik, onu ise hep yerdik, ne büyük haksızlık ettik ona, hiç bilmedik gerçeği...
Oysa o bir anneydi, hemde en özverili anne. Peki, karınca gece gündüz çalışırken o neden hep oturuyordu, hiç kalkmıyordu yerinden, neden saz çalıp durmadan şarkılar söylüyordu?
Çünkü ağustosböceği yumurtalarını henüz bırakmıştı ve yumurtalarının olgunlaşıp, birer yavru olması için çok yüksek bir ısıya gerek vardı. Hem de öyle yüksek bir ısı ki ağustos sıcağının o kavurucu etkisi bile az geliyordu. Bu yüzden ağustosböceği o sıcakta yumurtalarının üzerinde durmak zorundaydı. Yumurtalarının olgunlaşması için her şeyi yapmalıydı ve biz bunu hiç anlamıyorduk. Ve bu ısısı hala yetmiyordu; daha fazla ısı için yumurtalarına kanatlarını sürtüyor, çırpınıyor, çırpınıyordu yavruları için... Biz bunu da eğlence sanıyorduk kanatlarından çıkan vızıltıları duyup, ağustosböceği saz çalıyor diyorduk, ne de çok yanılıyorduk... Bu da yetmezmiş gibi sıcaktan kavrulan, vücudunu parçalarcasına kendini mahveden bu annenin iniltilerini, çığlıklarını anlamıyor ve ağustosböceğini şarkı söylemekle suçluyorduk; nasıl da yanılıyorduk. Ve kış boyunca zor durumda kalmasına aldırmıyor. " O bunu hak ediyor!" bile diyorduk.
Ama onu anlayan birisi vardı. Yakın dostu karınca aslında onun ne denli acı çektiğini biliyordu ve ona " Sabret dostum, tüm bu acıların karşılığında mutlu olacaksın" diyordu. "Yavrularını kucağına aldığında tüm bu çektiklerine değecek, o anki mutluluğunu birlikte paylaşacağız. Çünkü ben ikimize hatta yavrularına da yetecek kadar yiyecek topluyorum."
Biz ise karıncayı suçluyorduk, belki de. Yaz gelip geçip de kış iyiden iyiye kendini gösterdiğinde karınca ağustosböceğine;
" Yazın çaldın saz, şimdi oyna biraz" demiyordu da aslında, biz yanlış anlamıştık o tümceyi, " Dostum çok çektin bu yaz, şimdi rahatla biraz" diyordu. Ve yemeğini ağustosböceği ve minik yavrularıyla paylaşıyordu...
Şimdi herkesten kendini ağustosböceğinin yerine koymasını istiyorum. O kadar özveri göstereceksin, onca acı ve eziyet çekeceksin. Ve sonra bunun karşılığını almayı bir kenara bırakın, çevreniz tarafından horlanıp küçük görüleceksiniz.Ne kadar da acı verici!
İşte bu yüzden, insanlar karşısındakinin durumunu hiç düşünmeden onları yargılamamalı, onun sergilediği davranışın altındaki nedenleri görebilmeli ve ona gerektiğinde kucak açıp yardım edebilmeli, çünkü gerçek sevgi bu dayanışmanın içinde gizli.
Gelin işe ağustosböceklerinden özür dileyerek başlayalım. Ve bundan sonra insanların hareketlerinin nedenlerini dinlemeden onları yargılamayalım, aksine sorunlarını çözmek için onlara yardım edelim.
Çok üzgünüm ağustosböceği, beni affet.
Ferdi KALEM

28 Aralık 2010 Salı

Gayr-i Meşru

Çok hayal kurardım. Öncesinide sonrasınıda zamanda kaybettiğim, ifadelerin ahlaksızlığı var üzerimde. Yenilgiler sakladım geride, ıskaladığım noktaların detaylarında hayat varmış meğerse. Elimden akıp giden renklerimin yası siyahta saklı. Bozuk cümlelerimin içerisinde, dengesiz hareketlerim var şu sıralar. Kimseyi suçlamıyorum, kıyısından tutunmaya çalıştığım hayata, çabalarımda yenildi. Kavuşmaların ağır durumları beynimin ardındaki çıplaklıkta ağlamakta. Önünde diz çöktüğüm, acınacak hallerin tesellisini dualarda aramaktayım. Kendimi kandırdığım anların boşluğu hep eksik yaşattı gerçeği. Önüme sunulan sınavın kopyası yoktu. Evet yanlışı hepiniz kadar çok, doğruyu bulmaksa bir o kadar zordu. İnatlaşmanın usülsüz tavrıları, feryadın en acısını içine çekmekte. Kelimeler, harflere düşman olmuş devrik ifadelerin kayıp öznesini aramaktaydılar. Savunma savaşının son çaresiz umutlarıda terk etmişti cepheyi. Sonsuzluğun sunduğu hayatın karmaşası, herkesin kendi paradoksunu oluşturmaya zorluyordu. Sorunların içinden yapay sebepler oluşturmakta sahte insanlığın üzerine yoktu. Gecelerime dönüp baktım ben, ne kadar zor etmişim yorgun sabahları. Kendi cevaplarımı görmezden gelip, vicdan tarafına dokunmamışım bile. Yüzünüzdeki, geçmişin ifadesi silik bir gülümsemede ışıldamakta. Hadi lan ordan siz kendi yıldızlarınıza çoktan kaydırmışsınız. Kalite arayışınızdaki namuslu tavırlarınız, gayr-i meşru durmakta. Bastığınız toprak sizi taşımakta zorlanırken, bedeniniz üzerinde gezinen günahlar, ruhunuza ne kadar baskı yapmakta? Bakışlarınızın daldığı noktada, size en az sizin kadar yakın olan gözler var. Asla inkarcı olmayan dokunuşları birer birer vurgulamakta. Dalganızı, bedeller ödeyerek, sormadan, dağınık bırakıyorsunuz... Yanlışın kaosunda gerçeğin parçalarını baktığınız yüzlere uydurursunuz. He olmadı mı? İnsanlarda denenecek yüz çok, ardındaki yüze geçiniz.Her satır başında dilinize yapışmış olan yeminler, günlük ifadeniz olmuş sizin. Her kısayolda üşenmeden alıp birini bozuyorsunuz. Artık daha iyi anlıyorum, her anlamda bir tecrübeyi geride bırakıyorum. Ucuz yollu olaylarda, tavırlarınızın büyüklüğü beni kendime getiriyor. Hani hep hayat suçlanır ya? Ben hayatı değil içindekileri suçluyorum. Sonuçta hayatı değiştiren bizim açılarımız.

9 Aralık 2010 Perşembe

A doğrusundan B gerçeğine

Gece yarısıydı. Hava o kadar dingindi ki; kendi soğukluğuna karşı gelmek istiyordu sadece. Baktığım pencereden, sessizlik gülümsüyordu öylesine. Yıldızlar birbiriyle yarışırcasına parlıyordu. Kafamdaki düşünceler birbirine cephe almış, dağınıklığın içinde savaşmaktaydı. Zafersiz bir mücadelenin içerisinde yıpranan sadece hayallerdi. Gecenin hepte aynı yarısında tanıdık duygular yığılırcasına üşüşürdü hayatıma! Her birini uzun uzun dinler, anlamaya, anlamlandırmaya çalışırdım. Sesler o kadar çok bağırırdı ki; kulaklarım bir süre sonra sadece itaat ederdi. Duymamazlıktan gelmek, acizliğimin gözler önündeki sırıtmasıydı sadece. Kendime ne kadar uzak kaldığımı kelimeler usulca fısıldardı. Üstümdeki bu ağır yenilgileri atmak için geçmişe uzaktan, hafifçe başımı eğerek selam verirdim. Sonra hayatımın en dibine doğru gerçekler akmaya başlardı. Kabullendiğim her yenilgi, gizli zaferimmiş aslında. Yeniden var olmak isteyen tanımların, klasik eserlerindendi sadece. Korkularım, kabusların hayaller üzerindeki son yorulmalarıymış. Son nefesinden etmiş olduğu cılız bir dua ayiniydi bu sahne. Ağır mağlubiyetlerimin, ters köşe yaptığı zamanlardan kalan cümlelerim vardı. Devrik harflerin hazımsızlığı seslere karışırdı usulca... Vefasız insanlığın, öteki yüzünde gezinen bir kaç fukara bedenden öte değil yaşadıklarımız. İnkarlarımız, acemi bakışların yalan söyleyememsinde sıkışıp kalmakta... Herkes ne kadar çok sever sonuna ünlem yakışan tavırları. Birilerine bi'şey öğretme telaşında kendidir geç kaldığı aslında. Melodisiz yarınlarınızın, umudu çalınmış ağır rollerdi sizi hayata yakıştıran, yakınlaştıran... Hep bu yüzdendi bir adım geride saygı duruşlarınız. Ne kadar sessizdi sessizlik! Hepte saati vicdan geçe vururdu bu günahlar. Pişmanlığa karşı oynadığınız oyunda, misketleri ütülen siz oldunuz! Kıt kanaat yetirdiğiniz kararlarınızın, aceleci yaklaşımları avcunuzdan akmakta. Şimdi düşünün bakalım. A doğrusundan B gerçeğine, sıfır kilometre yalanla hareket eden bir kişi, hangi yaşamlardan geçip, kaç hayalle huzura kavuşur?

1 Aralık 2010 Çarşamba

Hayatın İnadına Hayattan Memnunum Ben

Hataların adresini bulurum hep. Efkarın en dibi katran karası yüzünü hiç üşenmeden gösterir. Gelmeyecek olanları beklerken, savaşımda yitip gidenleri arıyorum şimdi. Pişmanlık şöyle dursun, hayatın inadına hayattan memnunum ben. Yasak elmayı ben çalmadım! Üzerime yüklenen bu ağır insanlık niye? Adımlarım boşlukta hep büyür büyür... Biliyorum bende, çok dinledim falan filanları. Kendi deneyimsiz geçmişinizin hırsını çıkartacak,yanlış yaşamdan geçiyorsunuz. İkinci yüzünüzü daha çok seviyorsunuz. O kadar iyi koruyup kolluyorsunuzki, biri gelip maskenizi tırnaklarıyla yırtacak diye uykularınız kaçıyor. Kendi kendinizin celladı olup, aslınıza sadece uzaktan tükürüyorsunuz. Perdelediğiniz yaşantılarınızı en önde 'yuh' luyorsunuz! Sizi siz yapan ne varsa hep o koca, kilitli sandıkta. Anahtarını haramın içindeki günahta unutmuşsunuz! Koparılacak inkarlarınız var her bakışta. Beyninizden kalbinize doğru giden yalanlar birde. Onlar bile sizden daha dürüst, vicdanın azabıyla yüzleşebilmekteler çünkü. Ne kadar masumdu hayat oysa! Ta ki dıştan içe hamlenizi yapana kadar. Evet belkide kaybettik ya da kaybettiniz. Kayıplar sizin aleminizdeki kara delikte boğulup, sonsuza akmakta! Tıpkı gerçekleri sıyırıp, kırıntılarını bırakmayana kadar yok ettiğiniz gibi. Oturun şimdi ortamın leş kokulu mekanlarında. Şen kahkahalarınız ardındaki sırlarda dökün gözyaşınızı. Ağlama duvarınıza her yenilgide tekrar tekrar başvurun. Fısıldayın kulaklarınıza, ardındaki pas silininceye kadar. İhtiyacınız olan tek nefeslik hali üfleyin ruhunuza...

6 Kasım 2010 Cumartesi

Gece hala karanlığındaydı

Gecenin bir vakti telefon geldi. Alaş telaş açtım. Birden gözümün önünden gerçekler yavaşça geçti. Ses tonundan bunun bir ayrılık konuşması olduğunu anlamıştım. Tuhaflaştım düğüm düğüm sustum. O an kelimeler bile beni tanıyamazdı. Sahi neydi konuşmak? Sustum, gecenin bir yarısında geçmek bilmeyen saat dilimlerinde buldum kendimi. Karşıdan gelen ses tanıdıktı. Eskilere karışacak sevgilinin, aşina tonlarından, alışılmadık seslerdi. Çark etti o zaman düşünceler. Anladım uyumuyordum ben. Rüya sona ermiş, gerçek en acı haliyle dokunmuştu tenime Bi'şeyler söyledin. Uzun uzun hiç bir zaman bizim olamamış geçmişten söz ettin. Ne önemi vardı ki artık bunların. Bu son sözler seni bende bitirmeye yeter miydi? Dinledim, her zaman duymak istediğim aslın şimdi ne kadar karşımda? Öylece orda, boylu boyunca... Olamadığımız hayallerin içinde kurdun sonra parçalayıp attın bizi. Anlamıyordum o an! Neydi bu? Yani sana iten neydi? Ben kendi içimdekileri anlamlandırmaya çalışırken sen usulca, içini çekerek ağlıyordun. Evet ağlıyordun. Belkide ilk kez 'Biz'e ağlıyordun. Bunca hatrı yıkıp, sonumuza sen karar veriyordun. Saat hala koyu karanlıktaydı. Müsaade isteyip, pencereyi açmaya gittim. Ciğerlerimden söküp seni çalsın diye bir umut içime çektim temiz havayı. Rüzgara izin verdim, tüm yaşanmışlıkları alıp sonsuzluk kavramında hapsetsin diye. Hemen geri döndüm. Sesin hala yorgundu. 'Umut yok mu?' diye şansımı zorlamanın zirvesine çıkardım. Uzunca bir sessizlik, sanki hiç bitmeyecekmiş gibi o kadar sessizlik. Cevabını bile bile geveledim ağzımda cümleleri. Yuttum sözlerimi. Anladım, sen bana gitmek için gelmiştin. Peki bu gözyaşı dediğimiz varoluşta mı yalan? Değildi biliyorum, biliyorsun... Kabullenmekten başka çare yoktu. Yakışanı yaptım ve tek bir söz bile söylemeden usulca tamam dedim. Yağmur bastırmıştı, inceden toprak kokusu hüznün vedasında kol gezmekteydi. Gece hala karanlığındaydı. Gittim, yatağa uzandım gözlerim kapanırken sonsuzluk artık beni almaya hazırdı...

15 Ekim 2010 Cuma

Ey Yabancı

Her gördüğümde mutsuzluk hedef seçerdi beni. Bakışların derinden davetlerini hiç usanmadan sunardı bana. Arkandaki gerçeği, diğer yüzlerden ayıklayıp selam dururdun aynı zamana inat. Uzaklara mahkum ettin sen bizi. Sözlerin sus pus olduğu yerlerde temaslardan ihtimaller aşırdık. Siyah gecelere aydınlığını üfledim. Yıldızları kıskandıran hayallerin aslı benim dünyamda yanıp sönerdi. Ve sen hiç bilmiyordun bunları. Konuşmadım bi süre, unuttum belki diye gerçeği arkama sakladım. Evet ben yalanı hayal karmaşasında süsledim. Avuttum sandım kendimi, gün içerisinde oyalayıp durdum. Zar zor kurduğum bu saçmalıkları yıkmakta üzerine yoktu zaten. Ben yine ilk köşeden en başa geri dönerdim. Tekerlemelerime devam eder, özlemeyi bilmemezlikten gelirdim. Kendi dar sokaklarımda haksız yenilgiler üstlenirdim. Sonucu olmayan savaşlarda içim sana hep yenik düşerdi. Hangi açıdan baksam, boş sözlerin içinden seni tanımlardım. Karşıma geçtiğin her mühürlü anda, gözlerim benim için gülüşünden umutlar yüklenirdi. Ve sen bunuda hiç bilmezdin. Bilmediğin bi'şey varki, kendime bile usulca, yormadan itiraf ediyorum ey yabancı!